Sultan Süleyman'a Kalmadı Bu Dünya. Bize ne oluyor ki?

Yetişkin hayatının tamamını komünist Çekoslovakya’da geçirmiş ama bundan içten içe hep nefret etmiş bir adam hayal ediyorum. Bu adam, Bratislava’nın bugünkü halini hayal edebilir miydi?

Bisikletleri ver son model tramvayları, her yeri dövmeli gençleri ve craft birahaneleri, süs havuzunun kenarında oturmuş, muhtemelen bir türk veya faslı tarafından yapılmış dürümler yiyen Slovak insanları düşünebilir miydi? Bir zamanlar bu toplum onları önemli bulmuş olduğu için şehrin çeşitli yerlerine tumturaklı heykelleri dikilmiş bir takım insanların önünde Japon turistler, yaşlı almanlar, emeklilik günlerini Avrupa’da gezerek geçiren yarı cahil Amerikalılar selfieler çekiyorlar şimdi. 


Dünyada çakma Chanel'siz kent kalmayacak
İnsan bulunduğu noktayı tarihin en önemli anı sanma yanılgısına düşüyor hep. Kendi hayatının da o tarihin merkezi. Oysa bir adamın çok ciddiye aldığı problemlerine çözümler bulmaya çalıştığı minnacık evinin, veya pek şatafatlı evinin yerinde bir McDonalds, bir süpermarket ya da bir ayakkabıcı dükkanı bulunuyor şimdi. Bir zamanlar tarihi değiştireceğine inanılan komünist konuşmaların yapıldığı gri, hüzünlü binaların cephelerini hipster reklamları örtüyor.

Böyle böyle onyıllar, yüzyıllar geçiyor ve tarih kocaman ayaklarıyla, hep ileriye bakarak ve hep kendinden önce geleni ezip geçerek, umarsızca ilerliyor. Nereye gittiğini tam da bilmeden.

Bir zamanlar kendini önemli saymış, şu evrende yeri doldurulamaz olduğu yanılgısına düşmüş herkesle alay ederek.

Malta - 2



Yokuşlu sokakların er ya da geç denizle öpüştüğü Valetta’da insan kendi ayrılıklarını ve olası kavuşmalarını düşünmeden edemiyor. Oturup gelen geçenlere bakıyorsun. Önünden geçmekte olan iki yaşlı kadın sen ve B. Çift sen ve sevgilin. Etekler ve renkli ceketler, güneşin illa ki geri döneceğini bilen mutlu insanlar.

Yokuşlar mı tanıdık yapıyor bir şehri? Bu sabah güneş, bulutların arkasından buğulu bir ışık yayıyordu Valetta’nın üzerine. Deniz sessiz sedasız büyüyordu, insana sonu olmayan umutlar vadederek. Çatısız evlerin ülkesi Malta. Tek tük insanlar, teraslarına çamaşır asıyorlar, her gün geri gelen güneşe güvenerek. Ve evet, güneş her gün geliyor. Kaprisli, sevimsiz bir kadın gibi haftalarca saklamıyor yüzünü. İnsanların tutumunun altında yatan bu mu? Er ya da geç güneş çıkacak. Er ya da geç sokaklar denize varacak. Bu iki bilgi, tüm hayatlarının örtüsünü oluşturuyor belki de.
Bu güzel havayı, tanıdık kokuları, palmiyeleri, kızılçamları, biraz daha içime çekeyim, biraz daha gözlerime hapsedeyim diye boşuna çabalıyorum. Malta, daha Malta’dan gitmeden gözlerimden silinmeye başladı bile. Ama muhtemelen hep ruhumda kalacak. Tıpkı Akdeniz’in bir daha tekrar dönmeyeceğim bütün o şehirleri gibi.
Taşın hafızası her şeyi eritiyor, yola getiriyor sanki. Eski mi eski şehrin sarımtırak taşları, şehri gökyüzünden ayırıyor. Çatılarda çamaşırlar kuruyor, deniz adını dahi koyamadığınız bir şeyler anlatıyor ve kaldırımlar yorgun. Sokaklar bir inip bir çıkıyor, ufuk bir görünüp bir kayboluyor. Buluşmaları ve ayrılmaları bu şehirden ayrı düşünmek olanaksız. Denizin taşla, insanın insanla, insanın denizle, denizin sokakla, sokağın insanla buluşması.
Akdeniz’de hüzünlenmek. Bu da böyle bir ilk oldu.

Bİr Günlük Geziler- Malta 1



Bazen insanın yolu, yazgısı insanlığın yazgısıyla bir olmuş şehirlere düşüyor.
Yorgun taşların örttüğü bir meydanda oturuyorsun. Burada daha önce hiç bulunmadın. Gözlerin bu taşları, bu pencereleri, sokağa doğru yarım açılmış bu kapıları ilk defa görüyor. Yine de burası, sana tanıdık. Bunun sebebini arıyorsun, boşuna. Tabii göze görünen şeyler var. Akdeniz, Valetta’yı sarmalıyor, denizin akıntısı gündüz güneşin gümüş izini, gece şehrin ışıklarını yansıtarak, usulca yer değiştiriyor. 

Deniz, baktıkça insanın içinde büyüyor, insanın ruhunu büyütüyor. Evler, insanları dışarıda olup bitenden korumak için yapılmamış. Onun yerine, sanki dışarıdaki hayata uzanıyor, onun bir parçası olmak istiyor her daim. Ondandır ki son derece basit yapılmış. Ev, sarımtırak, güneşin solgun bir tonu gibi, üst üste konmuş taşlardan, çekinden balkonlardan, çırılçıplak bırakılmış çatılardan ibaret. Bu haliyle uzaktan bakınca, birbirine karışmış bir bütün oluşturuyor. Ev, sokakla birleşik. Birleşik çünkü içinde yaşayanlar ve içinde yaşananlar, her an dışarı akıyor. Sokak ikinci bir varoluş hali değil. Sokak evin devamı. Yaşlı bir kadın evin önüne su tutuyor. Kızgın güneş az sonra kaldırım taşlarına yarım yamalak tutunabilen bu suyu yok edecek. Ama bu önemli değil. Bu kadın gibi binlerce kadın, yüzyıllardır, güneşin inadına inatla karşılık vererek, bu evin önünü böyle suladı.  Burada, bu şehirde binlerce kez yapılmış binlerce hareket var. Şehri bugün olduğu hale getiren bu. Onu insana tanıdık kılan, insanın yüzyıllardır yaptığı tüm bu küçük ve önemsiz eylemlerin bir birleşimi.   

Seni Anladım Rousseau



Sabah sekiz onbeş’te aynı konu için beşinci kez belediye binasındasın. Amacın, Belçika vatandaşlığına başvurmak, ve bu uğurda hazırlardığın dosyayı kabul etmelerini sağlamak.

İçeride, verimsiz devlet dairesi imajıyla tamamen örtüşen bir durum var. Hasbelkader Angola’da değil de Belçika'da doğmuş oldukları için burada bir işe sahip olabilmiş insanlar bilgisayarlarının başında tamamen anlamsız işler yapıyorlar, hepsinin yüzünde ciddi bir ifade. Bundan yaklaşık 6 ay önce Belçika vatandaşlığına başvurmak için bu kapıdan içeri girdin ve o günden bugüne- 29 Mayıs 2017 gününe kadar biraz beceriksizlik, biraz da ayak diremekten kaynaklı türlü türlü sorunlarla uğraştırdılar seni. Ama bugün yeni bir sorun daha bulamadıkları için başvurunu kabul etmek zorundalar. Çünkü ne de olsa burası Angola değil ve burada herkese istisnasız uygulanması gereken birtakım yasalar var.

Dosyanı eline alıp, sana sesleniyor. Yavaş, alçak bir sesle. Hiçbir ekstra çaba sarf etmeden. Sanki 'sana seslenmek için harcadığım enerji fazlalık' der gibi. Bundan 6 ay önce ilk görüşmenizde de ‘Fransızca bildiğinizi nasıl kanıtlayacaksınız peki? ” diye sormuştu, büyük aptal gözlerini üzerine dikerek. Bu soruyu Fransızca sorduğundan durum alabildiğine ironikti fakat o bu ironiyi algılayabilecek kadar bile sevimli olmadığından, boşa harcanmış bu komedi anında hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmak zorunda kalmıştın. 

Daha sonraki gelişlerinden birinde de St. Joseph’ten aldığın Fransız devleti damgalı diplomana dudak bükmüş, ‘küçük diplomanız da çok şıkmış’ demişti. Küçük diploma. O özensizce söylenmiş gibi duran sıfatın içinde neler neler saklı. Ne diyebilirdin? Senin gittiğin zavallı mahalle okulundan kat be kat iyi bir okulun diplomasi o, kendine gel diyebilir miydin? Diyemezdin tabii. Çok eski bir okul o diyebildin sadece.
Insan bunlara sinirlenmese. Zavallı devlet memurlarının küçük egolarına takılmasa hayat ne kadar güzel olabilir halbuki.

Bu sabah her şey tamamdı. Beş yıldır Belçika'da oturuyor olmak ve toplamda son beş yıl içinde 486 gün çalışmış olmak gerekiyor vatandaş olabilmek için. O 486 günü çocuklar tasolarını, beysbol kartlarını, misketlerini nasıl sayarsa, oturup öyle sayıyorsun. Neyse ki matematik kişisel hırslara ve oyunlara izin vermeyen bir alan. Yoksa eminim, günlerimi sayan kadın, bana ‘hayır bence 486 değil 78 gün çalışmışsınız’ derdi. Bundan çok eminim. Oturup günleri tekrar saydınız. Sonra tekrar saydınız. Sen zaten önceden de kendin saymıştın 32 kere falan. Toplamda 503 etti çalışmış olduğun günler. Insan gururlanıyor, tasosu çok olan çocuklar gibi.

Başvuru için ödemen gereken 150 Euro’yu ödemiştin. Tabii ki sizin için sesini yükseltmeye bile üşenen sistem, sizden dosyanızın işlem parasını da alıyor. Bu sabah bir 30 Euro daha ödedin, niyeyse. Yine de, hayatın boyunca almaktan kurtulacağın İtalya, Amerika, Kanada vizeleriyle kıyaslandığında 180 Euro çok iyi bir rakam.
İşte Belçika'lı olmaya giden kırmızı çizgi. Gerçekten.

Neyse. Bu işlemlerden sonra adam dört kopya halinde bir belge çıkardı. Üzerinde şöyle bir şey yazıyordu: Belçika vatandaşlığını almak ve Belçika halkının kurallarına boyun eğmek istediğimi, aynı zamanda da insan hakları ve temel özgürlüklere sahip çıkacağımı beyan ederim’ gibisinden. Bunu el yazınla 4 kopyaya da yazdın. O anda fark ettin. 
Hayatında unutmayacağın çok az andan birisi olacaktı bu. Bu anı sevdiğin veya tanıdığın biriyle değil de Belçika’nın St. Gilles mahallesindeki nüfus idaresinde çalışan yarım akıllı obez adamla paylaşmış olmak ne kadar da acayip. İçinde bin bir duyguyla yazdın o cümleleri. Bu çocukları yetiştirmiş bu topluma sevgi duyarak, kendi ülkenin giderek, dört nala yitirmekte olduğu değerleri hüzünle hatırlayarak, yapmakta olduğun şeyin aslında ne kadar da büyük bir değişiklik olduğunun farkına varıp şaşırarak.

Bir ülkenin vatandaşlığını almak.
Kanlı bayrak hikayeleriyle, çocukları emziren dişi kurtlarla, ‘olunmaz doğulur’ nidalarıyla büyümüş bizler için, bu ne anlama gelebilir? Bir ülkenin vatandaşlığına geçmek. O takımdan olmak, onların saflarına katılmak ve yazgını onların yazgısıyla kardeş etmek. 
İşte başka bir potansiyel Belçika'lı. Çizginin sonun gelmiş.

Bunların hepsi doğru. Rousseau’nun sosyal akit adını verdiği olaya somut olarak en çok yaklaştığın an bu an olmalı. Bu anlamda son derece rasyonel ve hukuksal bir adım. Ağlayan dişi kurtlarla, kanayan bayraklarla, damarında akan kanla falan alakası yok. Duygulardan arındırılmış bir düzenleme. Sosyal kontrat. Aşk evliliği değil. Zaten aşk evliliği de yok. Bazıları Angola'da doğmuş, bazıları Belçika'da. Durum bundan ibaret. Bazıları da şans eseri Angola’da ya da İzmir Konak Devlet Hastanesi'nde doğmuş olmalarına rağmen sonradan kalkıp bir de Belçikalı oluyorlar, hepsi bu.
4 kopyayı yazmayı bitirdiğinde adam ‘ne kadar da hızlı yazdınız’ dedi. Şaşırmış bir ifadeyle. Bazıları yazı yazmayı bilmiyor, bazıları 3 saatte ancak yazıyor bu iki cümleyi dedi. Kızsan bir türlü, kızmasan bir türlü. Bir taraftan adam normal bir insan gibi yazı yazabildiğim için şaşırıyor sana. Maymun muyum ben? diyesin geliyor.  Öte yandan neler görüyor kim bilir de normal yazı yazan birine şaşırır hale geliyor.

Kağıtları imzaladın, sana verdiği belgeleri aldın, bundan sonra süreç nasıl işleyecek onu sordun. Teşekkür ettin ve oradan çıktın. Dışarda dünya her zamanki gibi kayıtsız bir biçimde var olmaya devam ediyordu. Bir Belçikalı eksikmiş, bir fazla, umursamadan.